BERCESTE VE İZAHI – 50 –

BERCESTE VE İZAHI – 50 –

1. :Mehmet Akif Ersoy’un Vatan ve Şehadet Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
اى بو طوپراقلر ایچون طوپراغه دوشمش عسكر
كوكدن اجداد اینه‌رك اوپسـه او پـاك آلنى دكر
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer
Mehmet Akif Ersoy
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey bu mukaddes topraklar için gözünü hiç kırpmadan canını feda eden asker! Ataların gökten inerek senin o tertemiz alnını öpse, buna değer.
İzah ve Açıklama
İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, bu meşhur beytinde vatan sevgisinin ve bu uğurda yapılan fedakârlığın yüceliğini en veciz şekilde ifade eder. “Toprağa düşmek” deyimi, şehit olmak anlamına gelir. Şair, vatan topraklarını korumak için canını feda eden askere seslenir. Bu fedakârlık o kadar kutsal ve büyüktür ki, ancak manevi ve ilahi bir takdirle karşılık bulabilir. Bu takdiri somutlaştırmak için şair, mübalağa (abartma) sanatını kullanarak “ecdadın gökten inmesi” imgesini kullanır. Yani, bu vatanı kuran ve miras bırakan ataların ruhlarının bile bu büyük fedakârlık karşısında saygıyla eğileceğini, o şehidin “pâk” (tertemiz) alnından öpmek için göklerden ineceğini söyler. Bu öpücük, hem bir şükran, hem bir takdis, hem de “emanete sahip çıktın” demenin en ulvi ifadesidir. Şehidin alnının “pâk” olması, onun en temiz, en masum niyetlerle, sadece vatan için canını verdiğini simgeler.
Makale: Toprağa Düşen Alnın Ebedi Değeri
Vatan, sadece bir toprak parçası değildir; o, üzerinde yaşayan milletin tarihiyle, kültürüyle, hatıralarıyla ve en önemlisi kanıyla yoğrulmuş kutsal bir emanettir. Bu emanetin bedeli, çağlar boyunca canla ödenmiştir. Mehmet Akif Ersoy, milletin vicdanı olarak bu gerçeği en sarsıcı ve en yüceltici üslupla haykırır: “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer”.
Bu iki mısra, bir şiir parçası olmanın çok ötesinde, bir milletin şehidine olan minnet borcunun ve ona atfettiği değerin manifestosudur. Akif, ilk mısrada yalın bir gerçekliği ifade eder: Bir asker, “bu topraklar için” “toprağa düşmüştür”. Bu ifade, fedakârlığın sebebini ve sonucunu net bir şekilde ortaya koyar. Vatan toprağının her bir zerresinin bekası için, bir can toprağa karışmıştır. Bu, bir yok oluş değil, toprağa can katma, vatanı vatan yapma eylemidir. Asker, toprağın altına düşerek, aslında üstündeki milyonları ayakta tutan temel taşı olmuştur.
Beytin asıl vurucu gücü ve edebi derinliği ikinci mısrada ortaya çıkar. Şehidin bu eşsiz fedakârlığına dünyevi hiçbir ödül, hiçbir makam denk olamaz. Onun değerini ancak manevi âlem takdir edebilir. Akif, bu takdiri somutlaştırmak için muazzam bir hayal kurar: “Ecdâd”. Yani bu toprakları bize vatan kılan Selçuklu sultanları, Osmanlı padişahları, Malazgirt’ten Çanakkale’ye isimsiz kahramanlar… Onların manevi varlıkları, “gökten inerek” bu yeni kahramanın önünde saygıyla eğilir. Bu durum, tarihi bir sürekliliğe işaret eder. Dün o toprakları kanıyla sulayan ecdat, bugün aynı idealler uğruna can veren torununu kutsamakta, onunla gurur duymaktadır.
“O pâk alnı öpmek” ise sembolik anlamlarla yüklüdür. Alın, insanın secdeye vardığı, en şerefli uzvudur. Şehidin alnı ise kurşunla, topla değil, imanla ve vatan sevgisiyle nurlanmış, tertemiz kalmış bir alın olduğu için “pâk”tır. Ecdadın o alnı öpmesi, “Sen bizden aldığın emaneti en güzel şekilde korudun, görevini layıkıyla yaptın, biz senden razıyız” demektir. Bu, bir nevi manevi bir rütbe, ebedi bir onurdur. Akif, bu muhteşem tabloyla, şehitliğin sadece bireysel bir kahramanlık değil, aynı zamanda kökleri mazide olan bir bayrak yarışının en şerefli durağı olduğunu anlatır.
Bu beyit, yazıldığı dönemin (Balkan Savaşları, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı) ruhunu yansıttığı kadar, bugün de vatan savunmasının ne anlama geldiğini idrak etmek isteyen her nesle bir ders niteliğindedir. Vatan, uğrunda ölenler olduğu için vatandır ve o fedakârlığın değeri, ancak gökleri ve yeri birleştiren böylesine ulvi bir hayalle ölçülebilir.
Özet
Mehmet Akif Ersoy’un “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer” beyti, vatan için canını feda eden askerin (şehidin) fedakârlığının ne kadar yüce ve kutsal olduğunu anlatır. Bu fedakârlığın değeri o kadar büyüktür ki, bu vatanı kuran ataların bile manevi âlemden inip o şehidin tertemiz alnını öpmesinin bu değere denk düşeceğini ifade eder. Beyit, şehitliğin en büyük manevi takdiri hak ettiğini, tarihi bir devamlılığın en şerefli halkası olduğunu ve vatanın ancak bu tür fedakârlıklarla ayakta kalabileceğini vurgular.
2. : Fuzûlî’nin İlim ve Aşk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
علم كسبیله پایهٔ رفعت
آرزوسـی محـال ایمش آنجق
عشق ایمش هر نه وار عالمده
علم بر قیل و قال ایمش آنجق
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Mefâ’ilün Fe’ilün
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Ârzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak
Fuzûlî
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sadece ilim öğrenerek yüksek makamlar elde etme düşüncesi, ancak boş bir arzudur. Bu âlemde her ne varsa aşktan ibarettir. Aşkın büyüklüğü karşısında (insanı marifete götürmeyen) kuru bilgi, sadece bir dedikodudan ibarettir.
İzah ve Açıklama
• yüzyılın büyük şairi Fuzûlî, bu beytinde tasavvuf düşüncesinin temel ikilemlerinden birini, ilim (bilgi) ve aşk (ilahi aşk) karşıtlığını ele alır. Ona göre, sadece kitaplar okuyarak, medrese ilimleriyle meşgul olarak “pâye-i rif’at” yani manevi yücelik makamına ulaşma arzusu, “muhâl” yani imkânsız bir hayaldir. Çünkü varlık âleminin özünde, temelinde “aşk” vardır. Her şeyin yaratılış sebebi ve varoluş gayesi aşktır yani muhabbettir. Bu mutlak hakikat olan aşkın yanında, insanın kesbî (sonradan kazanılan) ilmi, eğer kişiyi hakikate, yani Allah’a ulaştırmıyorsa, sadece bir “kîl ü kâl” yani laf kalabalığı, dedikodudan ibarettir. Fuzûlî, burada kuru akılcılığı ve şekilciliği eleştirir; asıl bilginin, kalbin tecrübesi olan ilahi aşkla mümkün olacağını savunur.
Makale: Hakikatin İki Kapısı: Aşk ve “Kîl ü Kâl”
İnsan, varoluşundan bu yana hakikati arayan bir yolcudur. Bu yolculukta ona rehberlik etmesi için iki temel araç verilmiştir: Akıl ve kalp. Akıl, ilmin kapısını aralar; gözlemler, analiz eder, bilgi biriktirir ve sonuçlara varır. Kalp ise aşkın kapısını çalar; hisseder, tecrübe eder, sezgiyle kavrar ve teslim olur. İslam düşünce tarihinin ve edebiyatının en büyük dehalarından Fuzûlî, bu iki kapının değerini ve öncelik sırasını tartışmaya açar: “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak”.
Fuzûlî’nin bu hükmü, ilmin toptan reddi anlamına gelmez. Aksine, ilme büyük değer veren bir kültürün içinden konuşur. Ancak onun hedefindeki ilim, sahibini kibre, gurura ve şekilciliğe sürükleyen, onu hakikatin özünden uzaklaştıran “kuru bilgi”dir. Ona göre, sadece kitapları ezberleyerek, felsefi tartışmalara girerek, medreselerde unvanlar alarak manevi bir yüceliğe (“pâye-i rif’at”) ulaşmayı hedeflemek, imkânsız bir şeyi arzulamaktır (“ârzû-yı muhâl”). Çünkü bu tür bir bilgi, ruhu beslemez, kalbi dönüştürmez. İnsanın dışını süslerken, içini boş ve anlamsız bırakır. İşte bu noktada Fuzûlî, bu ilmi “kîl ü kâl” olarak, yani “dedikodu”, “laf kalabalığı” olarak niteler. Hakikat şarabından bir yudum içememiş kişilerin, o şarabın rengi, kokusu ve mahiyeti üzerine sonsuz ama anlamsız tartışmaları gibidir bu.
Peki, hakikat nerededir? Fuzûlî’ye göre cevap nettir: “Aşk imiş her ne var âlemde”. Varlık, ilahi bir aşkın tecellisidir. Kâinat, Allah’ın kendi güzelliğini ve sevgisini görmek istemesinin bir sonucudur. Dolayısıyla âlemi anlamanın, varoluşun sırrına ermenin yolu, onun mayasında olan “aşk”ı tatmaktan geçer. Aşk, sadece bir duygu değil, bir bilgi biçimidir; aklın sınırlarını aşan, insanı doğrudan doğruya hakikatle buluşturan bir “marifet” yoludur. Aşk, bilen ile bilinen arasındaki mesafeyi kaldırır. Âşık, sevdiğinde (Maşuk’ta) fani olur, onunla bir olur. Bu tecrübe, binlerce cildi dolduran kitabi bilgiden daha aydınlatıcı ve daha gerçektir.
Tarihsel olarak, Fuzûlî’nin bu sözleri, medrese (akıl, zahirî ilim) ile tekke (kalp, bâtınî ilim/aşk) arasındaki kadim gerilimin edebi bir yansımasıdır. Gazâlî gibi büyük düşünürler bu iki yolu birleştirmeye çalışsa da, tasavvuf ehli daima aşkın ve kalbî tecrübenin önceliğini vurgulamıştır. Fuzûlî, bu geleneğin en güçlü seslerinden biri olarak, bizi uyarır: Bilginin amacı, bilginin kendisi değil, o bilgiyle varılacak olan hakikattir. Eğer biriktirdiğimiz bilgiler bizi daha mütevazı, daha sevgi dolu, daha bilge insanlar yapmıyorsa, o bilgiler omuzlarımızda taşıdığımız bir yük, zihnimizde bir gürültüden, bir “kîl ü kâl”den başka bir şey değildir. Asıl yolculuk, zihinden kalbe yapılan yolculuktur ve bu yolculuğun azığı sadece aşktır.
Özet
Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyti, ilim ve aşk arasındaki ilişkiyi tasavvufi bir bakış açısıyla ele alır. Ona göre, insanı manevi olgunluğa ve hakikate ulaştırmayan, sadece akla dayalı kuru bilgi (“ilm”), anlamsız bir laf kalabalığından (“kîl ü kâl”) ibarettir. Âlemin ve varoluşun özünde ise ilahi “aşk” vardır. Bu nedenle gerçek bilgiye ve manevi yüceliğe ancak akıl yoluyla değil, kalbin tecrübesi olan aşk yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Beyit, şekilci ve kibirli bilginin eleştirisi ve ilahi aşkın mutlak üstünlüğünün bir ilanıdır.

3. Resim: Kul Nesimi’nin Vahdet ve Sorumluluk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای نسيمی جان نسيمی بيلكه حق عينكده در
جمله مخلوقـڭ وبالی علما بوينڭده در
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır
Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır
Kul Nesimi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey Nesimi! Can Nesimi! Bil ki Hak, bizzat kendinde, zatındadır. Yaratılmış olan bütün varlığın vebali alimlerin boynundadır.
İzah ve Açıklama
Halk şairlerinden Kul Nesimi (soyadı benzerliği olan 14. yüzyıl şairi Seyyid Nesimi ile karıştırılmamalıdır), bu beytinde tasavvufun iki temel ve cüretkâr temasını işler. İlk mısrada, “Vahdet-i Vücud” (Varlığın Birliği) inancının bir yansıması olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın “aynında” yani özünde, zatında olduğunu söyler. Bu, insanın basit bir varlık olmadığı, ilahi sırları taşıyan, kâinatın bir özeti (mikrokozmos) olduğu anlamına gelir. Şair, bu büyük hakikati önce kendisine (“Ey Nesîmî cân Nesîmî”) telkin eder. İkinci dizede ise bu büyük sırrı bilenlerin, yani “ulemânın” (alimlerin, ariflerin) taşıdığı ağır sorumluluğa dikkat çeker. Mademki insan bu kadar şerefli ve ilahi bir öze sahiptir, o halde onu yanlışa, cehalete ve günaha sürüklemek en büyük suçtur. Dolayısıyla, bütün yaratılmışların (cüml-i mahlûkun) sapkınlığının veya düştüğü kötü durumun vebali, onlara doğru yolu göstermekle yükümlü olan alimlerin boynundadır.
Ancak bu sekir halinde söylenen sözün uyanık ve aklı başındaki hali ise;
Herşey Hemeost değil, Heme ezosttur.
Yani her şey O değil, her şey O’ndandır.

Makale: Aynadaki Sır ve Boyundaki Vebal
İnsan nedir? Etten ve kemikten ibaret, ölümlü bir varlık mı? Yoksa sonsuzluğun sırlarını taşıyan kutsal bir emanet mi? Bu soruya tasavvuf geleneğinin verdiği cevap, insanı evrenin merkezine koyan değişimci bir nitelik taşır. Şair Kul Nesimi, bu cevabı cesur bir nida ile dile getirir: “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır”. Bu, bir keşfin, bir idrakin ve bir aydınlanmanın haykırışıdır.
İlk mısra, insanın kendi hakikatine yaptığı bir çağrıdır. “Hak aynındadır” ifadesi, Allah’ı uzaklarda, göklerin ötesinde bir yerlerde aramak yerine, insanın kendi özüne, kalbine bakması gerektiği fikrini temel alır. Bu, “Kendini bilen, Rabbini bilir” hadisiyle de ifade edilen derin bir felsefedir. İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarının en kâmil tecelli ettiği varlık, bir nevi ilahi bir “ayna”dır. Bu aynaya bakan, sadece kendi fani suretini değil, o suretin ardındaki baki olanın izlerini görür. Şairin kendine “Ey Nesimi, can Nesimi” diye seslenmesi, bu bilginin sadece zihinsel bir kabul değil, canı, yani tüm varlığı sarsan bir tecrübe olması gerektiğini vurgular. Bu sırrı idrak etmek, insana hem sonsuz bir değer hem de baş döndürücü bir sorumluluk yükler.
İşte bu sorumluluk, beytin ikinci mısrasında bir adalet kılıcı gibi ortaya konur: “Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır”. “Ulemâ” kelimesi burada sadece medrese âlimlerini değil, daha geniş anlamda hakikati bilen, arif, kâmil insanları, yani toplumun manevi ve ahlaki önderlerini kapsar. Mademki hakikat insanın özünde gizlidir ve mademki bu âlimler bu sırrı bilmekle diğerlerinden ayrılmıştır, o halde onların görevi, diğer insanların da kendi özlerindeki bu ilahi cevheri keşfetmelerine rehberlik etmektir. Eğer toplumda cehalet, ahlaksızlık, adaletsizlik ve manevi bir çöküş varsa (“cüml-i mahlûkun vebâli”), bunun sorumlusu avam değil, onlara yol göstermeyen, bildiğiyle amel etmeyen veya bildiğini kendi çıkarı için kullanan “bilenler”dir.
Bu, tarihin her döneminde geçerli olan, sarsıcı ve ibretlik bir tespittir. Bir toplumun bozulması, balığın baştan kokması gibi, öncelikle o toplumun aydınlarının, âlimlerinin, liderlerinin bozulmasıyla başlar. Onlar hakikatin bekçileri olmaları gerekirken, onun üzerini örterlerse, halk karanlıkta kalır. Kul Nesimi, bu beytiyle sadece bir tasavvuf dersi vermez, aynı zamanda güçlü bir sosyal eleştiri yapar. Bilginin bir imtiyaz değil, ağır bir emanet olduğunu, bu emanete ihanet etmenin bütün bir yaratılışın vebalini yüklenmek anlamına geldiğini haykırır.
Sonuçta bu beyit, bizi iki yönlü bir tefekküre davet eder: Birincisi, kendi içimize dönerek oradaki ilahi “ayna”yı keşfetmeye; ikincisi ise dışımıza dönerek, bildiklerimizden ve sahip olduğumuz imkânlardan dolayı topluma karşı taşıdığımız ağır sorumluluğun farkına varmaya. Çünkü aynadaki sırrı görmek ne kadar aydınlatıcıysa, boyundaki vebali taşımak da o kadar ağırdır.
Özet
Kul Nesimi’nin “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır / Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır” beyti, iki temel mesaj ihtiva eder. Birincisi, tasavvuftaki Vahdet-i Vücud anlayışına paralel olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın kendi özünde, zatında olduğu ve insanın bu ilahi sırrı taşıdığıdır. İkincisi ise bu sırrı bilen “ulemânın” yani alimlerin ve ariflerin büyük bir sorumluluk taşıdığıdır. Eğer toplumdaki insanlar manevi ve ahlaki olarak yoldan çıkarsa, bunun vebali, onlara rehberlik etme görevini yerine getirmeyen âlimlerin omuzlarındadır. Beyit, hem insanın değerini yüceltir hem de bilginin getirdiği ağır sorumluluğa dikkat çeker.

4. Resim: Nâbi’nin Aşk ve Tabiat Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
غنجه كولسون كول آچيلسون جوی فریاد ایلسین
سن طور اى بلبل براز كلشنده يارم سويلسين
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin
Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin
Nâbi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Gonca gülsün, gül açılsın, ırmak da feryat eylesin. Ey bülbül! Sen biraz dur. Gül bahçesinde biraz da benim yarim konuşsun.
İzah ve Açıklama
Hikemî (didaktik, öğretici) şiirin ustası olarak bilinen Nâbi, bu beytinde lirik ve samimi bir ruh hali sergiler. Beyit, sevgilisiyle gül bahçesinde (gülşen) baş başa kalmak isteyen âşığın tabiata bir ricası, hatta emridir. İlk mısrada tabiatın tüm coşkusu resmedilir: Goncadan güle dönüşüm, açılmış güllerin güzelliği, akan suyun (cûy) çağıltısı… Bütün bunlar divan şiirinde güzelliğin ve coşkunun klasik unsurlarıdır. Ancak ikinci mısrada şair, bu coşkunluğun en önemli sesine, yani güle olan aşkıyla bilinen “bülbül”e seslenir ve ondan susmasını ister. Sebebi ise çok basittir: O kadar güzel ve ahenkli olan tabiatın seslerinin arasına bir de sevgilinin (yârim) sesinin katılmasını arzulamaktadır. Bülbülün nağmeleri ne kadar güzel olursa olsun, âşık için sevgilinin sözleri her şeyden daha üstündür. Bu beyit, sevgilinin varlığını ve sesini, tabiatın en güzel unsurlarının bile önüne koyan zarif bir aşk ifadesidir.
Makale: Bülbülü Susturan Ses: Sevgilinin Varlığı
Tabiat, şairler için her zaman en zengin ilham kaynağı olmuştur. Renkler, sesler, kokular; hepsi şairin hislerine tercüman olmak için adeta birer harfe, birer kelimeye dönüşür. Divan şiirinin gül bahçesi (gülşen), bu ilhamın en yoğun yaşandığı mekânlardan biridir. Orada gonca güler, gül açılır, ırmaklar (cûy) feryat eder ve elbette, güle olan ebedi aşkını nağmeleriyle haykıran bülbül hiç susmaz. Bu, mükemmel bir ahenk ve coşku tablosudur. Ancak büyük şair Nâbi, bu tabloya bir fırça darbesi daha atarak bütün perspektifi değiştirir: “Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin”.
Nâbi’nin bu beyti, âşığın önceliklerini ve değer hiyerarşisini ortaya koyan zarif bir manifestodur. İlk mısra, tabiatın en canlı, en hareketli anını tasvir eder. “Gonca gülsün, gül açılsın” ifadesi bir neşe ve hayata katılma çağrısıdır. “Cûy feryâd eylesin” dizesi, suyun şırıltısını bir “feryat” olarak niteleyerek, tabiatın da bir derdi, bir coşkusu, bir aşkı olduğunu ima eder. Bu dizede her şey olması gerektiği gibidir; hayat tüm canlılığıyla akmaktadır. Şairin bu coşkuya bir itirazı yoktur, hatta onu onaylar. Ancak onun için bu sahnede bir eksiklik, daha doğrusu henüz ortaya çıkmamış bir üstünlük vardır: Sevgilinin sesi.
İkinci mısra, bu üstünlüğü ilan etmek için sahneye çıkar. Şair, gül bahçesinin en meşhur, en dokunulmaz sanatçısına, yani bülbüle döner. Bülbül, aşkın, hasretin ve en güzel nağmelerin sembolüdür. Onun şakıması olmadan bir gül bahçesi düşünülemez. Fakat âşık, bu ezeli kuralı yıkmaya cüret eder: “Sen dur ey bülbül”. Bu, bülbülün sanatına bir hakaret değil, tam aksine ondan daha üstün bir sanatın, daha güzel bir nağmenin varlığını haber veren bir ricaldır. Neden mi susmalıdır bülbül? Çünkü “gülşende yârim söylesin”. Âşık, sevgilisinin sesini duymak istemektedir. Onun için sevgilinin bir tek kelimesi, bülbülün binlerce nağmesinden daha değerli, daha anlamlı ve daha güzeldir.
Bu beyit, aşkın bencilliğini değil, merkezciliğini gösterir. Âşık için kâinatın merkezi sevgilidir. Tabiatın tüm güzellikleri, ancak onunla bir anlam kazanır. Sevgilinin varlığı, renkleri daha parlak, kokuları daha keskin ve sesleri daha anlamlı kılar. Ama sevgilinin kendi sesi, diğer bütün sesleri susturacak, anlamsız bırakacak bir güce sahiptir. Nâbi, bu basit ama derin arzuyla, aşkın insanı nasıl yeniden programladığını, değer yargılarını nasıl altüst ettiğini gösterir. En güzel şiirler okunan bir mecliste, bir anne için en güzel ses, çocuğunun agulamasıdır. En görkemli senfonilerin çalındığı bir salonda, bir âşık için en muhteşem müzik, sevgilisinin fısıltısıdır.
Sonuç olarak Nâbi, tabiatın coşkusunu ve bülbülün eşsiz sanatını kabul etmekle birlikte, sevgilinin sesine mutlak bir öncelik tanır. Bu, aşkın, var olan her şeyi kendi objesi etrafında yeniden düzenleyen sihirli gücünün edebi bir isbatıdır. Gül bahçesindeki en güzel ses, bülbülün değil, “yâr”in sesidir.
Özet
Nâbi’nin “Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin / Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin” beyti, âşığın sevgilisine verdiği mutlak değeri ifade eder. Şair, gül bahçesindeki tüm doğal güzelliklerin ve seslerin (açan güller, çağıldayan ırmak) varlığını kabul eder, ancak bu ahengin en önemli parçası olan bülbülden susmasını rica eder. Bu ricanın sebebi, tabiatın en güzel seslerinin bile önüne koyduğu sevgilisinin sesini duyma arzusudur. Beyit, âşık için sevgilinin sözlerinin, bülbülün nağmeleri de dâhil olmak üzere diğer bütün seslerden daha üstün ve değerli olduğunu zarif bir dille anlatır.
Bu temsili beşeri sevgi ve muhabbetten ilahi aşka kapı açılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

Loading

No ResponsesEkim 14th, 2025